|
YUNUS EMRE 1238-1321 |
HAYATI
Türk milletinin yetiştirdiği en büyük tasavvuf erlerinden ve
Türk dili ve edebiyatı tarihinin en büyük şairlerinden biri olan Yunus Emre'nin
hayatı ve kimliğine dair hemen hemen hiçbir şey
bilinmemektedir. Yunus'un bazı mısralarından, 1273'de Konya'da ölen, tasavvuf edebiyatının
büyük ustası Mevlana Celalettin Rumî ile karşılaştığı anlaşılmaktadır; buradan
da Yunus'un 1240'larda ya da daha geç bir tarihte doğduğu sonucu çıkarılabilir.
Bilinen hususlar onun Risalet-ün-Nushiyye adlı eserini H.707 (M.1308) yılında yazmış olması
ve H.720 (1321) tarihinde vefat etmesidir.Böylece
H.638 (M.1240-1241) yılında doğduğu anlaşılan Yunus Emre XIII. yüzyılın ikinci
yarısıyla XIV. yüzyılın ilk yarısında yaşamıştır.Bu çağ,Selçukluların sonu ile
Osman Gazi devrelerine rastlamaktadır.Yunus Emre'nin şiirlerinde bu tarihlerin
doğru olduğunu gösteren ipuçları bulunmakta; şair, çağdaş olarak Mevlana Celaleddin,Ahmet Fakıh,Geyikli
Baba ve Seydi Balum'dan
bahsetmektedir.
Yunus Emre Türbesi |
Sarıköylü ve Karamanlı oluşu meselesi hala belli değildir. Yüzyıllardan beri halk arasında
yaşayan inanca göre O, Sivrihisar yakınında Sarıköy'de
doğmuş,çiftçilikle meşgul olmuş, Taptuk
Emre adlı bir şeyhe intisap etmiş, tekkelerde
yaşamış ve veliliğe erişmiştir. Anadolu'da on ayrı yerde mezarı ( daha
doğrusu makamı ) olduğu ileri sürülen Yunus Emre,halk
arasındaki inanca ve bazı tarihi kaynaklara göre Sarıköy'de
ölmüştür. Orada yatmaktadır. Bugün, Eskisehir-Ankara
yolu üzerindeki Sariköy istasyonu yakininda, Yunus Emre'nin türbesi ve bir müze bulunmaktadir. |
Yunus Emre, dünya kültür ve medeniyet tarihinde bir
merhale olmustur. Kültürümüzün en değerli yapı
taşlarındandır. Zira Yunus Emre, sadece yasadigi
devrin değil, çagimiz ve gelecek yüzyillarin
da ışık kaynağıdır. Allah ve cümle yaradılmışı içine
alan sonsuz sevgisinden kaynaklanan fikirleri, dünya üzerinde insanlik var oldukça degerini koruyacaktir. Yunus Emre'nin amaci,
sevgi yoluyla dünyada yasayan tüm insanlarin, hem
kendileriyle hem evrenle kaynaşmasını sağlamak ve sonsuz yaşamda ebedi hayata
doğmalarını sağlamaktır.
Yunus Emre
adı, her Türk ve Türk kültürünü tanıyıp seven herkes için bir şeyler ifade
eder. Şiirlerinde, her devrin okuyucusu ya da dinleyicisi kendini etkileyecek
bir şey bulmuştur. İlk kez Yunus, şiirlerinde büyük ölçüde Türkçe kullanmıştır.
Yunus'la birlikte dil, daha renkli, canlı ve halk zevkine uygun bir hale
gelmiştir. Gerçi şiirlerinin bir çoğunda, aruz veznini
kullanmıştı, fakat en güzel ve tanınmış şiirleri Türkçe hece vezniyle
yazılmıştır. Böylece, şiirleri kısa zamanda yayılarak benimsenmiş ve ilahi
olarak da söylenerek günümüze dek ulaşmıştır.
YUNUS ve HACI BEKTAŞ
|
O bölge köylerinden birinde,Yunus
adında,rençberlikle geçinir,çok fakir bir adam
vardı.Bir yıl kıtlık oldu.Yunus'un fakirliği büsbütün arttı.Nihayet birçok
keramet ve inayetlerini duyduğu Hacı Bektaş'a gelip
yardım etmeyi düşündü.Sığırının üstüne bir miktar alıç (yabani elma) koyup
dergaha gitti.Pirin ayağına yüz sürerken hediyesini verdi;bir miktar buğday
istedi.Hacı Bektaş ona lütufla muamele ederek,bir
kaç gün dergahta misafir etti.Yunus geri dönmek için acele ediyordu.Dervişler
Pir'e Yunus'un acelesini anlattılar.O da: "Buğday mı ister,yoksa erenler himmeti mi?" diye haber gönderdi.O buğday istedi.Bunu duyan Hacı Bektaş tekrar haber gönderdi: "İsterse o alıcın her tanesince nefes edeyim!" dedi.Yunus buğdayda ısrar
ediyordu.Hacı Bektaş üçüncü defa haber gönderdi:
"İsterse her çekirdek
sayısınca himmet edeyim" dedi.Yunus yine buğdayda ısrar edince;emretti,buğdayı
verdiler.Yunus dergahtan uzaklaştı.Yolda yaptığı kusurun büyüklüğünü
anladı.Pişman oldu.Geri dönerek kusurunu itiraf etti.O vakit Hacı Bektaş,onun kilidi Taptuk
Emre'ye verildiğini isterse ona gitmesini söyledi. Yunus bu cevabı alır almaz
hemen Taptuk dergahına
koşarak kendisini YUNUS yapacak manevi eğitimine başladı. |
Salihli kazası civarında Emre adlı,yetmiş evlik bir
köyde.taştan bir türbenin içinde,Taptuk Emre ve
çocukları ile torunları yatmaktadır.Türbenin eşiğinde de,bir başka mezar
vardır.Bu,Yunus'un bir çok mezarlarından biridir.Yunus Emre kapı eşiğine
kendisinin gömülmesini vasiyet etmiş...Şeyhini ziyaret edecekler,kendi mezarını
çiğneyerek geçsinler diye.
YUNUS EMRE
VE TASAVVUF
Yunus EMRE, İslam tarihinin en büyük bilgelerinden olup yaşadığı
ve yaşattığı inanç sistemi; Kuran'ın özüne ulaşarak, Tek olan gerçeğin (Allah)
sırlarını keşfetme ilmi olan tasavvuf ve Vahdet-i Vücud
tur.
Bu inanç sisteminde tek varlık Allah'dır.
Allah bütün bilinen ve bilinmeyen alemleri
kapsamıştır, tektir, önsüz sonsuzdur, yaratıcıdır. Eşi, benzeri ve zıddı yoktur.Bilinen ve bilinmeyen tüm evren ve alemler onun
zatından sıfatlarına tecellisidir.Alemlerdeki tüm oluşlar ise onun isimlerinin
tecellisidir. Her bir hareket,iş,oluş(fiil) onun güzel
isimlerinden birinin belirişidir.
Hak cihana doludur, kimseler Hakkı bilmez
***
Baştan ayağa değin, Haktır ki seni tutmuş
Haktan ayrı ne vardır, Kalma guman içinde
Dolayısıyla evrende var saydığımız tüm varlıklar onun varlığının
değişik suretlerde tecellileri olup kendi başlarına varlıkları yoktur. Bu
çokluğu, ayrı ayrı varlıklar var zannetmenin sebebi
ise beş duyudur. Beş duyunun tabiatında olan eksik, kısıtlı algılama
kapasitesi, bizi yanıltır ve çoklukta yaşadığımızı var sandırır. Ayrı ayrıymış
gibi algılanan bu nesnelerin, ve herşeyin
kaynağı Allah'ın esmasının (isimlerinin) manalarıdır. Manaların yoğunlaşmasıyla
bu "Efal Alemi"
dediğimiz çokluk oluşmuştur. Bir adı da "Şehadet
Alemi" olan, ayrı ayrı varlıkların var
sanıldığı; gerçekte ise Allah isimlerinin manalarının müşahede edildiği alemdeki çokluk Tek'in yansıması,belirişidir.
Bu izaha tasavvufta Vahdet-i vücud (Varlıkların birliği,tekliği) denir.
Cenab-ı hak varlığını zuhura çıkarmadan evvel gizli bir varlıktı.Bilinmeyen bu varlığa, Gayb-ı
Mutlak (Mutlak Görünmezlik),La taayyün (Belirmemişlik),Itlak
(Serbestlik),Yalnız vücud, Ümmül
Kitap (Kitabın Anası),Mutlak Beyan ve Lahut (Uluhiyet) Alemi de denir.
Çarh-ı felek yoğidi canlarımız var iken
Biz ol vaktin dost idik, Azrâil ağyar iken.
Çalap aşkı candaydı, bu bilişlik andaydı,
Âdem, Havva kandaydı, biz onunla yâr iken.
Ne gök varıdı
ne yer, ne zeber vardı ne zir
Konşuyuduk cümlemiz, nûr
dağın yaylar iken."
"Aklın ererse sor bana, ben evvelde kandayıdım
Dilerisen deyüverem, ezelî vatandayıdım.
Kâlû belâ söylenmeden, tertip-düzen eylenmeden
Hakk'dan ayrı değil idim, ol ulu dîvândayıdım."
"Bu cihana gelmeden sultan-ı cihandayıdım
Sözü gerçek, hükm-i revan ol hükm-i
sultandayıdım."
***
ADEM yaratılmadan can kalıba girmeden
Şeytan lanet olmadan arş idi seyran bana
Sonra Allah bilinmekliğini
istemiş ve varlığını üç isimle belirlemiş taayyün ve tecelli ettirmiştir.
1.Ceberut (İlahi Kudret) Alemi:
Birinci taayyün,Birinci tecelli,İlk cevher ve
Hakikat-ı MUHAMMEDİYE olarak da bilinir.
Yaratıldı MUSTAFA, yüzü gül gönlü safa
Ol kıldı bize vefa, ondandır ihsan bana
Şeriat ehli ırak eremez bu menzile
Ben kuş dilin bilirim, söyler SÜLEYMAN
bana
2.Melekut (Melekler) Alemi: İkinci taayyün,İkinci Tecelli,Misal ve Hayal Alemi,Emir ve Tafsil
Alemi,Sidre-i Münteha (Sınır Ağacı) ve BERZAH da
denir.
3.Şehadet
(Şahitlik) ve Mülk Alemi:Üçüncü taayyün,Nasut(İnsanlık),His ve Unsurlar Alemi,Yıldızlar,Felekler
(Gökler),Mevalid (Doğumlar) ve Cisimler Alemi diye
bilindiği gibi,Arş-ı Azam da bu makamdan sayılır.
Tüm bu oluşlar Kuran'ı Kerimde
"Altı günde yaratıldı" ayetiyle beyan edilirken Altı günden maksadın mutasavvıflarca ,gün değil hal'e ait olduğu kabul edilir.Bu
haller Allahın insanlara lutfettiği görünmeyen
şeylerden altı sıfatıdır: Semi,Basar,İdrak,İrade,Kelam ve
Tekvin(İşitme,Görme,Kavrama, İrade,Konuşma ve yaratma). Cenab-ı
Hakkın Zatına ait bu sıfatların Ademin kutsal varlığında belirmesi,"İnsan
benim sırrımdır" sözünün bir hükmüdür.Varlığın
başlangıcı ve son sınırı ise Aşk'tır.O yuzdendir ki
sayılan bu alemler Aşkın cezbesiyle pervane haldedir. Cenab-ı
Hak varlığını,kudret eliyle zuhura getirmiş ve üç
isimle taayyün,tecelli ve tenezzül etmiştir.Buna yaratış sanatı (Cenab-ı hakkın kuvvetinden,kudretine hükmederek cemalini ve
celalini eserlerinde yani varlık yüzünde göstermesi), Belirme cilvesi (Aşık
olması sonucunda batının zahire çıkıp,alemlerin nurlarının ve olayların
bilinmesi) ve Birlik oyunu (Zatından sıfatına tecelli etmesi ile kendi
varlığını kendinde zuhura getirip,birlik ve vahdetini ahadiyet(teklik)
sırrına meylettirmesi) denir. Bunda zaman ve mekan kaydı yoktur.Ancak
"An" vardır.Çünki mutlak zaman içersinde
batın(gizli),zahire(görünen) cıkıp farkedildikten sonra,alemlerin nurları (ışıkları) ve ilahi
olaylar bilinmiştir.Daha sonra şekil ve renkler görülüp,ayrı ayrı unsurları
oluşturacak şekilde birleştiğinde isimler meydana çıkmıştır(Mülk mertebeleri
,Cisimler alemi).Ve böylece zahir alem belli olup mutlak varlık bilinmiştir.
Mani evine daldık, vücuda seyran kıldık
İki cihan seyrini, cümle vücudda bulduk
Yedi gök yedi yeri, dağları denizleri
Cenneti cehennemi, cümle vücudda bulduk
Cebnab-ı Hakkın bu alemi yaratmaktan maksadı bilinmekliğini
istemesidir. Ortaya çıkan şeylerin belirişine sebebse
Adem(İnsan) 'i dilemektir. Varlığa ilahi sıfatlar,sırrına ise Adem denir. Adem-insan, mevcudattın bir özetidir.
Tevrat ile incili, Furkan ile Zeburu
Bunlardan beyanı cümle vücudda bulduk
Yunusun sözleri hak, cümlemiz dedik saddak
Kanda istersen anda HAK, cümle vücudda
bulduk
Büyük mutasavvıflardan Sunullah Gaybi divanında geçen Keşfül Gıta
kasidesinde ;
"Bir vücuttur cümle eşya, ayni eşyadır Huda,
Hep hüviyettir görünen, yok Huda’dan maada... "
mısralarıyla ,Evvel ve ahirin izafiliğini, meydana
gelen her şeyin ilahi tecelliden ibaret olduğunu anlattığı bu şiirde, Hüviyetin
zuhurunu dile getirir ve Zâtına duyduğu aşkla güzelliğini seyretmek isteyen o Tek
ve Mutlak olanın zuhura gelme muradıyla, gizli hazinesinin fetholup
sırrın keşfedilir hale gelmesi için, Arşı, Kürsiyi,
unsurları, nebat, ve hayvanı geçtikten sonra, en kemal haliyle kendini ancak insanda
seyrettiğini
anlatır.
Cisimler alemi
dört ruhdan (aslında tek) oluşmuştur.1-İnsani Ruh,2-Hayvani
Ruh,3-Nebati Ruh, 4-Madeni(Cemadi) Ruh. Bu alem
cereyan ve deveran üzerine kurulmuştur.Deverandan
cereyan,cereyandan ise hayat meydana gelmektedir. Bu bir kanundur.Böylece
varlıkların her biri esmanın(isimlerin) mazharı olup,Külli iradenin hükmünü yerine
getirmekte ve nefsine yani zannına göre Rabbini bilmektedir. Bu durumlar dunyada ilahi bir duzen,değişmez bir kuraldır.Allahın tezahürü böyle gerektirmekte
olup,bütün varlıklar onun kader çizgisi içinde kulluk görevini yerine
getirmekle yükümlüdür. “Her bir birim varoluş
gayesinin gereğini meydana getirmek üzere görevlendirilmiştir. Ve kişi ilm-i ilahide, şu anda hangi hareket üzere ise o biçimde
programlanmış olarak vardır. ” Hz.Muhammed(s.a.v).Aslında varlıklar bir bütündür. Fakat parçaları ile karakter taşırlar.Bütün eşya ve varlıklar insanda biraraya
gelir. Evrenin başlangıç ve bitiş noktası insandır. Sonsuz varlıkların ayetleri,secdegah ve kıblesi de
her an için insandır. Kelime-i tevhid de bu durum bir
sır olarak ifade edilmektedir.Cenab-ı
Hak : La ilahe illallah diyerek varlığını ve birliğini ortaya koymuş Muhammedün Resulullah demekle de
anlam ve maksadı açıklamıştır.Biraz daha açarsak; "La ilahe" demekle
sıfatının belirişinden önceki varlığını gizli olan Rablığını
açıklamış,"illallah" demekle de varlığı tecelli ettikten sonraki
durumu yani yaratılmışlar alemini ifade edilmiştir. Burada eşyadaki varlığı ve
ilahi sıfatları ispat edilmekte olup bu da aslının yansıması olan Ceberrut, Melekut ve Mülk alemleridir.Bu
alemlerdeki beliriş fanidir fakat bunların aslı bakidir.Kısaca bilinmekliğine sebebtir.Aslında
bütün bu bolümlemeler ve izahatlar anlatım
içindir.Aslında ayrı gayrı yoktur. "Muhammedün Resulullah" ile de varlığına delil olarak bilinmesi ve
tasdik edilmesini istemiştir.Hükmünün icrasının onunla
olduğu anlatılmış oluyor.Bu da onun rahmet ve şefaat edici olduğunu
müjdeleyerek sanatındaki hikmeti beyan etmiş oluyor.
Zatı ve şahsıyla tanıyamadığımız
Allah'ı, tecellileriyle ve sıfatları ile tanırız. Allah'ın zatı sıfatlarla,
sıfatlar da varlıklar, hareketler ve olaylarla perdelidir. Varlık perdesini
aralayan bir kişi hareketleri, hareketler perdesini geçen sıfatların sırlarını,
sıfatlar perdesini aralayan da zatın nurunu görür ve orada erir.
"Kim bildi efalini
Ol bildi sıfatını
Görünen sıfatındır
Anı gören Zatındır
Gayrı ne hacetindir
Sen seni bil sen seni " ( Hacı Bayram-ı Veli)
Ayrı ayrı manalar izhar eden
varlıkların kendilerine ait bir varlığı olmadığı, varlığın Allah'a ait olduğunu
idrak Tevhid, bunu yaşam biçimine dönüştürmek ise
Vahdet'tir.
İnsanı
Allah'a karşı perdeleyen en büyük şey, onun kendi varlığıdır. Allah, apaçık
olan bir gizli ve büsbütün gizli olan bir apaçıktır! Allah'ın zatı sıfatlarda,
sıfatlar fiillerde, fiiller varlıklarda ve olaylarda ortaya çıkmaktadır. Allah
bütün yarattıklarının her zerresinde her an hazır ve onları sürekli
yönlendirmektedir. O "göklerin ve yerlerin nuru" (Kurân-ı Kerim 24/349) olarak her an
her yerdedir. O, her an, her yerde tecelli etmektedir. "O her an yeni
bir şe'ndedir." (Kur'ân-ı Kerim 55/29). Her şey her an
değişmektedir ve değişim onun kudreti ve iradesinin açılımıdır. Allah bütün
evrende, bir taraftan her varlığın en küçük zerresinin içinde, bir taraftan
bütün evrende en büyük olayların her anını idare eden bir mutlak varlık halinde
bulunmaktadır. Allah
ismiyle işaret olunan, sonsuz ve sınırsız bir varlıktır Orijin yapı... Mânâ, enerji ve madde platformlarında değişik isimler alır.
Allah kavramı, mânânın bile özünde mütalaa
edilmelidir. Bu idrâke, Kelime-i Tevhid
ile ulaşılır ve Allah isminin mânâsı rastgele bir
şekilde değil, Kur'an'da ifade edildiği gibi
anlaşılmalıdır;
"Feeynema tuvellu fesemme vechullah" (Bakara/115) (Her ne yana dönerseniz
Allah'ın Vech'i oradadır.) Allah'ın Vech'i yani yüzü, bildiğimiz
şekil, suret anlamına gelmemektedir. Zahir göz ile bu yüzü tesbit
etmek mümkün değildir. Zira, Allah'ın yüzü Vahid (tek) olan mânâdır. Mânâ
ise, beş duyunun ötesinde, basiretle algılanabilir. Basir
isminin mânâsı, bireyin kendi Vech'ini
görebilmesine vesile olur.
"Hu vel Evvelu vel
Ahiru ve'z- Zahiru vel Batın” (Hadid 3)
(Sonsuz
bir öncelik ve sonsuz bir gelecek sahibidir, beş duyu ile tesbit
edebildiğiniz veya edemediğiniz tüm varlık O'dur)
"Ve nahnu ekrabu ileyhi
min habliveriyd"
(Biz O'na (insana) şah damarıdan daha
yakınız) "Ve fiy enfisukim
efela tubsirun"(Zariyat 21) (Nefislerinizde, hâlâ görmüyor musunuz!)
Allah isminin işaret ettiği mânânın en
güzel tarifini, İhlas Suresi yapmaktadır; "De ki, O Allah Ahâd'dır. Allah Samed'dir. Lem yelid ve lem
yuled'dir. Ve lem yekun lehu küfüven
Ahad'dır." .Yani sonsuz, sınırsız, bölünmesi
parçalanması, cüzlere ayrılması mümkün olmayan Tek..
Hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, ihtiyaçtan beridir. O, ancak Mahlûkatın ihtiyacını
karşılar. Doğmamıştır, herhangi bir varlık O'nu doğurmamıştır. O da
herhangi bir şeyi doğurmamıştır. Allah'ın benzeri ve misli yoktur, çünkü O;
VAHİDÜ'L-AHAD olan varlıktır.
Gelelim
Kelime-i Tevhid'in diğer yönlerine; Birinci mânâda "la ilahe" "tanrı yoktur ",
ikinci mânâda ise, var olduğunu kabullendiğin varlıklar ancak Allah'ın
vücuduyla kâimdir. Ayrı ayrı varlıklar görme.
"Ayrı ayrı varlıklar yok, Allah var!.." demektir.
Onsekizbin alemin cümlesi BiR içinde
Kimse yok BiR den ayruk,
söylenir BiR içinde
Cümle BiR onu BiRler,
cümle ona giderler
Cümle dil onu söyler, her BiR tebdil
içinde
***
“Her nereye baksam Allahı
görürüm” Hz.Ali(r.a) , “Görmediğim Allaha ibadet etmem” Hz.Ali(r.a)
"..Ve iz kale rabbiküm lil melaiketi inniy
cailun fil ard
halife.." (Bakara 30) (Ben yeryüzünde bir halife meydana getireceğim). Halife olan varlık, vasfını ötede bir tanrıdan almamaktadır. Bu
idrak, O'nun özünden gelmektedir. Esma-ül Hüsna'nın
yoğunlaşması ve zuhura çıkması ile ‘Halife’ adını almıştır. Halifenin müstakil
bir varlığı yoktur. Bundan ötürü, aslında mevcut olan tüm özellikler onda
mevcuttur. Bu âyeti ve yapılan yorumları Et-Tin
Suresindeki bir bölüm âyetle özdeşleştirebiliriz. Şöyle ki; "Lekad halaknel insane fiy ahseni takvim sümme redetnahü esfele safiliyn" (95/4-5) (Biz insanı en güzel biçimde yarattık, sonra onu
aşağıların aşağısına indirdik). Esma'nın
ilk zuhura çıkışı ile var olan; mükemmel şekilde yaratılan varlık, Ruhu Azam
(Muhammedi cevher), diğer adıyla İnsan-ı Kâmil'dir.
Bizim
bildiğimiz mânâda, bir suretle var olan ve ‘beşer’
ismini alan insan değildir. Öz Ruh'un, (İnsan-ı Kâmil'in) yoğunlaşmasıyla
birimlilik âlemi ve insan meydana gelmiştir. Bilinen anlamdaki insanın, bu Ruhu
tüm kemâlâtı ile algılaması, "Halife" adını
almasına neden olmuştur.
Bayram özüni bildi
Bileni anda buldu
Bulan ol kendi oldu
Sen seni bil sen seni.
(Hacı Bayram-ı Veli)
Niyazi Mısri:
Sağı solu gözler idim, DOST yüzün görsem deyu,
Ben taşrada arar idim, ol can içinde CAN imiş!..
Öyle sanırdım, ayrıyem; DOST ayrıdır, ben
gayrıyem
Benden görüp işiteni, bildim ol canan imiş!..
derken, benzer ifadeler aşağıdaki satırlarda, Yunus Emre tarafından
dile getirilmiştir.
"Her kancaru bakar isem O'ldur gözüme görünen “ ve "Kancaru
bakar isem onsuz yer görmezem."
"Cümle yerde Hakk hazır, göz gerektir göresi"
***
"Ey dün ü gün Hakk
isteyen, bilmez misin Hakk nerdedir?
Her nerdeysem orda hazır, nere bakarsam ordadır”.
***
"Hakk
cihana doludur, kimseler Hakk'ı bilmez
Onu sen senden iste, o senden ayrı kalmaz."
***
"Çün ki
gördüm ben Hakk'ımı, Hakk ile olmuşum biliş
Her kancaru baktım ise hep görünendir cümle Hakk”.
***
"Nereye bakarısam
dopdolusun
Seni nere koyam benden içeri?"
***
Baştan ayağa değin, Haktır ki seni tutmuş
Haktan ayrı ne vardır, Kalma guman içinde
Konunun anlaşılması için bugünün
bilimsel bulgu ve verilerinden de yararlanabiliriz.Şöyleki; Bugün, bilim
çevrelerince, Evrenin yapısı ve bununla direkt bağlantılı olarak, Evreni
algılayan yorumlayan insan beyninin işleyiş tarzı hakkında bir takım görüşler
ortaya atılmaktadır. 1940'lı yıllarda fareler üzerinde bir takım deneyler
yapıldı. Farelerin beyninin bir kısmı alındı ve göstereceği tavırlar izlendi.
Sonuçta fare, kendisine öğretilen yolu, beyninin bir kısmı alınmadan önceki
gibi bulabilmekteydi. Yine görme merkezinin yüzde 98'i alınmış bir kedi, görme
fonksiyonunu eskisi gibi yerine getirebilmekteydi. Bu durum, bilimadamlarını şaşırttı. Nörofizikçi
Karl Pribram, beynin
holografik özellik gösterdiğini düşünerek, bu husustaki çalışmalarına ağırlık
verdi. 1960'lı yıllarda hologram prensibi ile ilgili okuduğu bir yazı,
kendisinin düşündükleriyle paraleldi. Pribram'a göre,
beyin fonksiyonları holografik olarak çalışmaktaydı. Beyinde görüntü yoktu,
peki o zaman neyin hologramı oluşmaktaydı. Gerçek olan neydi? Görünen dünya mı,
beynin algıladığı dalgalar mı, yoksa bundan da öte bir şey mi? Bugünkü fizik
anlayışımıza göre Evren, birbirini kesen pek çok elektromanyetik dalgalardan
meydana gelmiştir. Bu tanıma göre, uzayda boşluk yoktur, her yer doluluktur.
Ünlü fizikçi David Bohm, atomaltı parçacıklarla ilgili araştırmaları neticesinde
Evren'in de dev bir hologram olduğu kanısına vardı. Bohm'un
en önemli tesbitlerinden biri, günlük yaşantımızın
gerçekte bir holografik görüntü olduğudur. Ona göre Evren, sonsuz ve sınırsız
"TEK" bir holografik yapıdır ve parçalardan söz etmek anlamsızdır.
Bilim bu tesbitleri
henüz yapmamış iken, Tasavvuf ehli kişilerin çok uzun yıllardan beri, dille
getirdiklerini düşündüğümüzde, esasında çok farklı şeyler söylemediklerini
görüyoruz. Üstelik, onlar bunu bir hal olarak
yaşarlarken, bir kısmı yaşadıkları bu hakikatı
dışarıya aksettirmemiş, bazıları ise, içinde bulundukları toplumun anlayış
seviyesine uygun, bir tarzda açıklamaya çalışmıştır.
Bu bir acaip haldir bu hale kimse ermez
Alimle davi kılar,
Veli değme göz görmez
İlm ile hikmet ile, kimse ermez bu
sırra
Bu bir acaib sırdır, ilme kitaba sığmaz
Alem ilmi okuyan, dört mezhep sırrın duyan
Aciz kaldı bu yolda, bu aşka el uramaz
Yunus canını terk et, bildiklerini terk et
Fena olmayan suret, şahına vasıl olmaz
***
Unuttum din diyanet, kaldı benden
Bu ne mezheptir, dinden içeri
Dinin terk edenin küfürdür işi
Bu ne küfürdür imandan içeri
Geçer iken Yunus şeş oldu dosta
Ki kaldı kapıda andan içeri
***
Yunus bu cezbe sözlerin cahillere söylemegil
Bilmezmisin cahillerin nice geçer zamanesi
***
Ey sözlerin aslın bilen, gel de bu söz kandan gelir
Söz aslını anlamayan, sanır bu söz benden gelir
Söz karadan aktan değil, yazıp okumaktan değil
Bu yürüyen halktan değil, halık avazından
gelir
Şimdi biz bir takım bilimsel verilerin
ışığı altında, onların bir zamanlar ne demek istediklerini daha iyi anlayabilmekteyiz.
Hologram prensibi, tasavvufun anlatmak istediğinin, kısmen de olsa daha iyi
anlaşılabilmesini sağlamıştır. Genel anlamda TÜM'ün
sahip olduğu bütün özelliklerin boyutsal olarak her birimde nasıl mevcut
olabildiğini açıklar. Bu ifade tarzının anlaşılması ile,
bizden ayrı, ötelerde olduğu düşünülen Tanrı imajı yıkılarak, gerçek
"Allah" kavramı ortaya çıkmaktadır. Bu noktada tasavvuf ile
hologramın ne olduğu hakkında kısa bir bilgi verelim, sonra da birleştikleri
noktaları tespit etmeye çalışalım.
Tasavvuf, tek bir varlığı ve bir hakikatı tüm boyutları ile inceleyen bir felsefedir
diyebiliriz. Bu felsefenin temeli düşünceye dayanır, Düşünme neticesi tespit
edilenler ise, bizzat yaşanır. Kur'an'ın ve
hadislerin anlaşılabilmesi, tasavvuf erlerinin, verdikleri ipuçlarının
çözülebilmesi, değerlendirilebilmesi için, bu felsefenin bilinmesi mutlak
olarak zorunludur. Hologram ise, en kısa tanımıyla üç boyutlu görüntü kaydetme
yöntemi'dir. Hologram tekniğinin en önemli özelliği, hologram plakasına cisimlerin
görüntüsünün değil; o görüntünün elde edilmesi için gerekli bilgilerin
kaydedilmesi, dolayısıyla hologram plakasının en küçük parçasının bile,
Bütün'ün tüm bilgilerini içerebilecek kapasiteye sahip olmasıdır. Bu tekniği
kısaca şu şekilde anlatabiliriz:
Bir lazer kaynağından gelen ışın, yarı
geçirgen bir ayna tarafından ikiye ayrılır. Bu ışınlardan biri, hologram
plakasına doğrudan ulaşır, öbürü ise görüntülenmek istenen cisme yöneltilir ve
oradan yansıyarak hologram plakasına varır. Hologram plakasına doğrudan gelen
lazer ışını ile cisimden yansıyarak gelen lazer ışını, bu plaka üzerinde bir
girişim modeli oluşturur. Böylece cismin görüntüsü kaydedilmiş olur. Daha
sonra, kayıt sırasında kullanılan frekansta ve aynı açıdan yeni bir lazer ışını
ile hologram plakası aydınlatılacak olursa, görüntülenen cisim, üç boyutlu
olarak odanın içinde canlanır. Plaka, kendisine gelen ışınları tıpkı görüntüsü
saptanan cisim gibi yansıtacağı için, görüntü net ve eksiksiz olacaktır. Beyin
hücreleri dediğimiz nöronlar da, tek tek birer mini
hologram gibidirler ve gelen impalsları frekanslarına
ayırarak algılarlar. Her bir hücrenin etkinliği, kendi içinde bir dalga boyu
oluşturmaktadır. Bir sürü hücrenin dalga boylarının birbiriyle girişim
yapmalarından oluşan holografik model, bizim beş duyuyla algıladığımız
görüntüyü ortaya koymaktadır. İnsan beyni de pek çok mini hologramdan oluşmuş
büyük bir hologram olarak düşünülebilir. Çünkü beyindeki her hücre, esasında
her işlevi yapabilecek yetenek ve kabiliyette var olmuştur. Ancak, kozmik
programlanmadan sonradır ki, hücreler özelleşerek kendilerine ait işlevleri
meydana getirirler.
Bu açıklayıcı bilgilerden sonra, dini
verilerin de ışığı altında beynin nasıl programlandığını düşünelim... Kişinin
"Ayan-ı Sabite"
denilen, sabitleşmiş ana programını oluşturan yüz yirminci gündeki kozmik ışınlar, meleki tesirler ile yedinci ve dokuzuncu aylarda ve nihayet
doğum anında alınan tesirler ile beyin programlanmaktadır. Zaten insan, Allah
isimlerinin manalarının bir terkip halinde oluşmasıyla meydana gelmiş bir
birim. Ve bu kemalatın genetik verilerle insandan
insana nakledilmiş olması dolayısıyla, bu doksan dokuz
isim her insanda mevcut. (Bakara 30-31) Ayrıca İnsan, Zat, Sıfat, Esma ve Ef'al boyutlarını özünde bulunduran bir birim. Hologram prensibinin en önemli özelliği, her noktasının bütün
cismin görüntüsünü verebilmesidir. Hologramın her noktasına cismin her
tarafından ışın dalgaları gelmekte ve orada kaydedilmektedir. Bu nedenle,
hologram plakası ne kadar koparılsa, kırılsa bile her parça bütünün bilgisini
içinde taşımakta ve gerektiğinde bütünün tam görüntüsünü tek başına
vermektedir.
Şimdi, bu verilerle şu sonuçlara
ulaşabiliriz: Görüntülenmesi istenen cisimden yansıyarak gelen lazer ışınının
hologram plakasına cismin görüntüsünü kaydetmesi gibi, insan beyinleri de,
doğum öncesi ve doğum anında, kökeni meleklere dayanan burçlar olarak tabir
ettiğimiz sayısız takım yıldızlardan gelen kozmik
ışınlarla programlanmış oluyor. Nasıl benzer frekanstaki ışınları plakaya
gönderdiğiniz zaman cisim üç boyutlu olarak ortaya çıkıyorsa, Burçlardan ve
Güneş sistemindeki planetlerden gelen ışınlar da, o programlanmış olan insan
beyinlerini etkilemekte ve kişilerden programları doğrultusunda çeşitli
fiillerin, davranışların ve düşüncelerin ortaya çıkmasına neden olmaktadırlar.
Aslında plaka üzerinde görülen üç
boyutlu cismin gerçekte bir varlığı yoktur, dalga boylarının oluşturduğu bir
modeldir (ya da hayaldir) biz onu var gibi görmekteyiz. Bunun gibi, insan beyni
de bu noktada tıpkı bir hologram gibi çalışmaktadır ve biz beş duyumuzun
kapasitesi gereğince kendimizi bir birim gibi kabul edip, çevremizde gördüğümüz
her şeyin de varolduğunu sanırız. Gerçekte, o
hologram plakasındaki görüntünün bir gerçekliği olmadığı gibi, çevremizde görüp
var kabul ettiğimiz bir takım şeylerin de bir varlığı yoktur. Fiil diye
algılananlar tamamiyle manalardır. Tasavvuf erleri bu
anlamda "eşyanın menşe-i"ni düşünmek tevhiddir demiştir. Her mana ise, belli frekanstaki bir
dalga boyudur. Böylece beyin holografik olarak evreni algılamaktadır.
Buradan hareketle, makro plandaki
Evren de tıpkı beyin hücreleri gibi, kökeni kuantsal
enerjiden ibaret bir hologramik yapıdır. Mutlak
manadaki Evreni bir an için, hologram plakası gibi düşünün. Sonsuz, sınırsız
tek olan Allah, kendindeki manaları seyretmeyi dilemiş ve bu manaları çeşitli
şekillerde terkiplendirerek sonsuz sayıda varlıkları
meydana getirmiştir. Fakat bu varlıklar, o tek varlığın ilmiyle ve ilminde
yoktan var ettiği ilmi suretlerdir. Bu yoktan var ettiği bütün birimler, O'nun
ilmiyle, O'nun ilminden ve O'nun varlığından meydana gelmiş olması nedeniyle, o
varlıklarda kendi varlığının dışında hiçbir şey mevcut değildir. Tasavvufi
anlatımla da olsa evren tek bir ruhtan meydana gelmiştir ve evrende mevcut olan
herşey hayatiyetini bu ruhtan alır. Ve bu ruh, aynı
zamanda şuurlu bir yapı olması nedeniyle, ilme, iradeye ve kudrete sahiptir.
İşte bu evrensel ilim, güç ve irade hologramik bir
şekilde Evrenin her katmanındaki her birimin, her noktasında mevcuttur. Bu
gerçeğe ermişlerin, "Zerre küllün aynasıdır" şeklinde anlatmaya
çalıştığı konu, mutlak bir iradenin yanında bir de irade-i cüz'iyenin
var oluşu şeklinde anlaşılmıştır.
Sizin vücudunuzun her zerresinde o
kozmik güç, ilim ve irade aynı orijinal yapısıyla mevcut bulunmaktadır. Ve siz
bir şeylerin olmasını istediğiniz zaman, ötelerdeki bir varlıktan talep
etmiyorsunuz, kendi varlığınızdakinden, Öz'ünüzden istiyorsunuz. Yani Öz'ünüzde
mevcut olan Allah ilmi, kendi dilemesiyle ve kendi kudretiyle isteğinizi açığa
çıkarıyor. Holografik yapının önemli bir diğer özelliği ise, zaman ve mekan kavramları olmaksızın, geçmiş, şimdi ve gelecek diye
bildiğimiz her şeyi yani tüm bilgileri bir arada bulundurmasıdır. Zaman, mekan, geçmiş, gelecek diye algılananların hepsinin
algılayanın kapasitesinden kaynaklanan göreceli değerler olduğu, bir kez de
hologram prensibi ile destek görmüştür. Tüm'ün bilgisi, her zerrede özü
itibariyle mevcuttur ancak: zerrenin de o tüm
bilgiyi değerlendirebilmesi, mevcut kapasiteyi kullanabildiği ya da açığa çıkartabildiği
orandadır. Levh-i Mahfuz, "kesreti" yani
çokluk kavramlarını meydana getiren Esma Terkiplerinin "kaza ve
hüküm", bilgi ve bilinç boyutudur. Allah ilmindeki "hüküm ve takdirin" fiiller alemine yansımasıdır.
Bu platformda her şey bilgi olarak, tasarım
olarak tüm varoluş gerekçesiyle mevcuttur. Burada
zaman ve mekan kavramı olmaksızın ezelden ebede kadar
her şey bilgi olarak mevcuttur. İşte bu Levh-i Mahfuz alemlerin aynasıdır
ve evrenin geni hükmündedir. Evrende ve onun boyutsal tüm
katmanlarında meydana gelmiş olan tüm varlıklar, Levh-i
Mahfuz diye bilinen bir üst boyutun tafsiliyle meydana gelmişlerdir. Burada
mevcut olan her birim, galaksiler, burçlar, güneşler, planetler ve dünya
üzerindeki her şey varlığını Allah'ın varlığı ile vardır. Ve her biri kendi
boyutunun algılayıcısına göre vardır. Gerçekte var olan, sadece ve sadece
tek'tir, varlık Vahidül Ahad
olan Allah'dır. Evrende mevcut olan bu mana
suretlerinin hepsinin de tek'in tüm özelliklerini içermesi ve müstakil bir
varlıklarının, mevcudiyetlerinin olmaması ve Allah her zerrede zatıyla,
sıfatlarıyla ve esmasıyla mevcut olduğu içindir ki, evren de holografik özellik
göstermektedir. Bunu tespit eden ermişler de "Alemlerin
aslı hayaldir" diyerek bu gerçekliğe temas etmişlerdir. (Bu
yazıda Hologram ile ilgili bilgiler, Michael Tablot’un
Holografik Evren isimli
kitabı ile Bilim ve Teknik
dergisinden alınmıştır.)
Bu arada bir günlük gazetemizin yazarından (Türker Alkan)konuyla ilgili olduğu için alıntı yapmak istiyorum.
" Kuantum fiziği atomaltı parçacıkların incelendiği bir alan. Son yıllarda bu alanda yapılan çalışmalar şaşırtıcı sonuçlar veriyor. Evrene bakışımızı kökünden değiştirecek önermelerle karşılaşıyoruz. Bildiğiniz gibi dört boyutlu bir dünyada yaşıyoruz. En, boy, yükseklik ve zaman. Olayın çarpıcı niteliğini göstermek için şöyle düşünebiliriz: Sadece iki boyutun bulunduğu ve zamanın olmadığı bir dünyada yaşayanlara üçüncü boyutu ve zamanı nasıl anlatabilirdik? İki boyutlu dünyanın insanları ne kadar 'Olmaz öyle şey' diyecekse şimdi biz de benzer bir şaşkınlık içindeyiz. Bitmedi. Kuantum fizikçilerine göre evrende 11 boyut varmış! Daha 'zaman' kavramının 'boyut' olarak ne anlama geldiğini kavrayamadan yeni boyutlarla nasıl baş edeceğiz, bilmiyorum.Kuantum fizikçilerine göre bir cisim aynı anda birden fazla yerde bulunabiliyor. Hayır, iki veya üç değil, tam 3 bin yerde bulunabiliyor! Evreni sağduyularımızla algılamanın getirdiği sınırlamaları düşünmemiz gerekiyor.
Daha çarpıcı iddiaları var kuantumcuların. En şaşırtıcı önermelerden birisi, insan düşüncesiyle maddelerin etkilenebileceği, biçimlenebileceği önermesidir. Japonya'da yapılan bir araştırmada, iyi ya da kötü sözlere muhatap olan su moleküllerinin, söylenenlere paralel olarak, güzel veya çirkin biçimler aldığı görüldü. İnsanın düşüncesiyle evrenler yaratacağını, paralel evrenler olabileceğini ileri sürenler bile var. Teolojik bakımdan da önem taşıyan bir iddiaya göre ise tüm evren bir tek varlıktır! Tek bir zihindir. Bu görüşe göre 'başkasının zihnini okumak' anlamında 'telepati' yoktur. Çünkü insan zihni zaten ortaklaşa bir zihnin parçasıdır. Evrende olup bitenleri bilmektedir! İlginç buluşlardan birisi, bilim adamları tarafından gözlenen elektronların, gözlenmeyen elektronlardan farklı davrandıklarıdır. Elektronlar sanki gözlendiklerini biliyormuş gibi hareket ediyorlar!
Bir atomaltı parçacığını ikiye ayırıp evrenin iki ucuna yerleştirsek, iddiaya göre, bu iki parçacık sanki ayrılmamışlar gibi, aynı hareketleri yapacaktır. Çünkü evreni oluşturan mesafe görünüşten ibarettir.
Ve tabii zaman izafidir, zaman içinde seyahat mümkündür. Bunları söyleyenler rastgele kişiler olsa güler geçersiniz. Ama karşımızdakiler dünyanın en saygın bilim adamlarıdır. Kuantum fiziğinin düşündürdüğü birkaç nokta önemli. Birincisi, evrenin 'birliği' fikri ki bizi Doğu felsefesinin binlerce yıl önce söylediği düşüncelere geri götürmektedir.
İkincisi, geleneksel 'materyalist' düşünceye karşı, 'idealizmin' destek bulduğu bir evreni betimlemektedir. Ki kimse fizikten böyle bir sonuç beklemezdi"
Aşk ile ister idik yine bulduk ol canı
Gömlek edinmiş giyer suret ile bu teni
**
Yunus imdi sen senden, ayrı değilsin candan
Sen sende bulmaz isen, nerde bulasın anı
Alemdeki varlıkların oluşumu her an devam etmektedir. Allah katında
zamanın ve mekânın bir anlamı yoktur; Tek bir an vardır ve o an devr-i daim ederek, Allah'ın kudret ve iradesine göre
şekillenmektedir. Başlangıç ve bitiş zamanı aynıdır. Oluşlar noktanın sürekli
deveranıdır. Var oluş konusunda üç durum söz
konusudur; Birincisi mutlak varlıktır. “Var olmak” kendisidir. Onun yüce zati
sıfatıdır. İkincisi mutlak yokluktur. Sadece mutlak varlığın bilinmesi için
mefhum olarak ortaya çıkarılmış durumdur. Yoktur. Üçüncüsü mümkünattır
yani mevcudattır. Varlık verilenlerdir ki; var olabilirde, var olmayabilirde.
Bu mevcudatın varlığı, kendinden menkul değil, varlığını verene aittir.Bu mevcudatın iki yönü söz konusudur. Birincisi
varlıktan gelen ve ona ait olan varlık yönüdür. ikincisi
ise varlığı kendinden olmamakla kendisine ait olan hiçlik - yokluk - çirkinlik
- ayıp - terslik yönüdür. Bu mevcudatın benzeri, eşi, dengi veya zıddı olur. İlim
şehrinin tanıtımı burdadır.Yokluğun ortaya çıkarılması, varlığın bilinmesi içindir.
Çünkü bu boyutta (mevcudat içinde) her anlam karşıtı ile bilinir. Tasavvufta nokta, ahadiyete işaret eder. Vahidiyetin batını
AHADİYET, zahiri RAHMANİYET'tir. Ne dün
vardır ne de yarın! Evren her an oluş halindedir. "O her an yeni bir şe'ndedir" (Kur'ân-ı Kerim 55/29).
Varlıkların özünde Allah olunca,
tabiatta iyi-kötü, hayır-şer olamayacağı gibi, ölüm diye bir şey de yoktur. Var
olmak ve yok olmak aslında bir değişimdir. Varlık ve yokluk da bize göredir.
Gerçek anlamda ölüm yoktur.
Koğıl ölüm endişesin, Aşıklar
ölmez bakidir
Ölüm aşıkın nesidir cun
nur-u ilahidir
Ölümden ne korkarsın çünkü hakka yararsın
Bil ki ebedi varsın, Ölmek fasid işidir
***
Kal u bela denmeden, Kadimde bile idik
Biz bir uçar kuş idik , vücut can
budağıdır
Yunus beşaret sana, gel derler dosttan yana
Ol kimseye ol ana KULLUN YERCİ (Herşey döner -Haktan gelen hakka dönecektir-) aslıdır
Bütün oluşların temelinde Allah
vardır; bize bizden yakın olması, yaptığımız her şeyi bilmesi bundandır. Bizim
her şeyi kendimiz yapıyormuşuz gibi, başka varlıkların başka şeyler yapıyormuş
gibi görünmeleri sadece bir hayaldir. Aslında herşeyi
yapan Allah'tır; Kur'ân'da Hz. Muhammed(S.A.V) 'e "Attığın zaman sen atmadın, lâkin Allah
attı." (22/17) ifadesi vardır. Burada da sûreten Hz. Peygamberin attığı, ama gerçekte işi yapanın
Allah olduğu ifade edilmektedir.
Tasavvuf'da ; yaratılmış olan herşey insan içindir. Mutasavvıflar, evrenlerin
yaratılışını sadece Allah'ın var olup hiç bir şeyin olmadığı "lâ
taayyün" devresinden (Hz Ali “Sadece Allah vardı başka hiçbir şey
yoktu"), evrenlerin kademe kademe yaratılıp
insaniyet mertebesine gelinceye kadarki evrelere kadar incelerler. İnsanın
yaratılmasına kadar evrende çeşitli tabiî olaylar olmuş, birçok canlı türleri
gelmiş geçmiş ve tam insanın yaşayabileceği bir ortam oluşturulduktan sonra Hz.
Âdem yaratılmıştır. Hz. Muhammed(S.A.V) 'in bedenen gelişi de gene insanların belli
bir olgunluk düzeyinden sonradır. İnsandan önceki varlık evrenin gayesi,
insanın özünü taşıyacak olan bir bedenin hazırlanması idi. İnsanlığın gayesi olan bu İnsan-ı Kamil ( Yani Hakk'ın Zahir yönünün aldığı isim ) beden peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V) dir. İnsanın
yaratılmasına gelince, bu hem ilk insanın hem de daha sonraki tek tek her insanın yaratılmasında önemli bir konudur. Evrenler
için yer küresi (arz), onun içinde maden-bitki-hayvan üçlüsü diğerlerine göre
ayrılmıştır. "Asıl"dan madenler, madenlerden bitkiler, bitkilerden
hayvanlar seçilerek geliştirilmiştir ("ıstıfa"). Hayvanlar içinde
birçok grup vardır ve insan da ayrı bir varlık katmanı olarak bunlardan seçilip
yaratılmıştır. Bu, ilk yaratılmış insan olan Âdem'de böyle olduğu gibi, şimdi
yaratılmakta olan her insanda da böyledir.("Hiçbir
şeyden haberi olmayan cansızlardan gelişip boy atan bitkiye, bitkiden yaşayış,
derde uğrayış varlığına, sonra da güzelim akıl,fikir,
ayırt ediş varlığına geldin" Hz.Mevlana). Yeryüzündeki
insan, "Allah'ın halifesi" olarak yaratılmıştır (Kur'ân-ı
Kerim 2/30). Allah'ın halifesi demek, onun iradesiyle onun çok şanlı ve hayırlı
yaratmalarına onu temsilen vesile olmak demektir ki
bu yetkinin doğru kullanılıp kullanılmaması melekleri bile endişeye sevketmiştir. Ama Allah, "Ben sizin bilmediğinizi
bilirim" diyerek insanın önemini
göstermiştir. Varlık evreninin gayesinin insanı yaratmak olduğunu Yüce Allah,peygamberimiz vasıtasıyla bir Hadis-i Kutsi ile
bildirmiştir.”Ben gizli bir hazine idim,bilinmek
istedim. Sevdim ve
bütün cevherlerimi bu alemlere saçtım.(Ademi yarattım)” .Bu
hadisle Allah tüm evren ve alemleri bilinmek için yarattığını ifade etmektedir. Bu sözle varoluş şekli
açıklanırken, gizli olanın evrensellik ve adem adı altında zahir olduğu da anlatılmaktadır. Evren
yaratıldıktan sonra ise sıra kendisini bilebilecek özellikte bir varlığın yaratılmasındaydı.
Sıradan bir varlık onu bilemeyeceğine göre ,Bu çok üstün bir varlık olmalıydı.Ve kendi
özelliklerini taşıyan (Yeryüzündeki halifesi) bir varlık olarak insanı yarattı
(“İnnallahe halake Ademe ala suretihi”
– Allah Ademi kendi suretinde yarattı.) Tabii buradaki insan ile
Insan-ı Kamil kastedilmektedir. Kişiliği yönü ile İnsan-ı Kâmil, hayatiyeti ile Ruhu Azam adını
alan bu muhteşem varlık, Hazreti Muhammed(sav)’in
hakikatidir. O zat, genel anlamda Rasullerinin tümünü
temsil eder. O zat,
tüm rasullerin temsil ettiği yüce değerlerin en üst
seviyede kendisinde toplandığı, insan için zirve olan ve insanın yaratılış
GAYESİNİ temsil eden bir büyük yaratılıştır. Onun hakikati, tam manası ile, “Allah için” olan, Allahtan ve Allahın olan bir Gaye ve
Ruh-Rasuldür.
Canım kurban olsun senin yoluna Adı güzel kendi güzel Muhammed Şefaat eyle bu kemter
kuluna Adı güzel kendi güzel Muhammed Dört caryar anun gökçek yaridur Anı seven günahlardan beridur
On sekiz bin alemin
sultanıdur Adı güzel kendi güzel Muhammed |
Aşık Yunus nider dünyayı sensiz Sen hak Peygambersin şeksiz şüphesiz Sana uymayanlar gider imansız Adı güzel kendi güzel Muhammed Hak yarattı alemi,aşkına
Muhammed'in |
Ferişteler geldiler,saf
saf olup durdular İmansızlar geldiler,andan
iman aldılar |
Tüm rasullerin
özelliği, onda toplanan özelliklerden birinin temsili ve ifadesidir. O zulümsüz, bütün bir
nur ve mana olan asli gayedir. O, tüm mevcudatın Rasulü, sebebi,
mevcudatın ve mevcudatın bir özü olan ademin yaratılış
gayesidir. O, güzelin mazharı ve “Allah için” olan SEVGİLİDİR. Allah ona, “seni
yaratmasaydım eflaki yaratmazdım” demiştir. Et-Tin Sûresinde, “Ahsen-i Takvim” olarak belirtilen O’dur. Yeryüzü
İnsan-ı Kâmilleri ise, O’nun vekilleridir. Ve insanlara bu ozelliğe erişme
yeteneği verilmiştir. Tasavvufi eğitim işte bu yeteneği geliştirerek talipleri,kendi yetenekleri ölçüsünde İnsan-ı Kamil yapma
eğitimidir.
Böylece bütün evrenin, Allah
isimlerinin manaları olduğunu anlayan bir mutasavvıf için, cana yönelerek
Allah'ı kendi içinde bulmak, en doğru yoldur.Yunus,
"İstediğimi buldum eşkere can içinde
Taşra isteyen kendi, kendi nihân içinde."
diye başlayan şiirinde, özümüzde Allah'ın bulunduğunu şöyle ifade
ediyor:
"Sayrı olmuş iniler, Kur'ân ününü dinler
Kur'ân okuyan kendi, kendi Kur'ân
içinde.
Baştan ayağa değin Hakk'tır ki seni tutmuş
Hakk'tan ayrı ne vardır, kalma gümân
içinde
Girdim gönül şehrine, daldım onun bahrına
Aşk ile gider iken iz buldum cân içinde."
İnsanın kendi benliğindeki Allah'a
ulaşabilmesi için kendi benliğinde "seyretmesi" gerekir. Bu, çok
güzel bir yoldur . İnsana da şah damarından daha yakın, ruhunun, canının tâ içindedir.
"İstemegil Hakk'ı ırak,
gönüldedir Hakk'a durak
Sen senliği elden bırak, tenden içeri candadır."
"Yunus sen diler isen, dostu görem der isen
Aynadır görenlere ol gönüller içinde."
Yunus Emre, gizli ve örtülü olanın
Allah değil insan olduğunu şöyle ifade ediyor:
"Yunus'tur eşkere nihan, Hakk
doludur iki cihan
Gelsin beri dosta giden; hûr-u kusur Burak
nedir?"
"Bende baktım bende gördüm benim ile
bir olanı
Sûretime cân olanı kimdurur
(ben) bildim ahi.
...
İsteyüben bulımazam, ol benisem ya ben hani
Seçmedin ondan beni, bir kezden ol oldum ahi.
...
Ma'şuk bizimledir bile, ayrı değil kıldan kıla
Irak sefer bizden kala, dostu yakın buldum ahi.
Nitekim ben beni buldum, bu oldu kim
Hakk'ı buldum
Korkum onu buluncaydı, korkudan kurtuldum ahi.
...
Yunus kim öldürür seni, veren alır gene cânı
Bu canlara hükm'edenin, kim idiğim
bildim ahi"
Kişinin gönlünde HAK'kı
görebilmesi için cezbe, muhabbet, sırr-ı ilahi denen
üç ilke vardır. Bunlardan birincisi bütün varlıklardan yüz çevirip Allah a
yönelme, İkincisi Allah'dan başka bir varlığı
sevmeme, Allah ın ancak sevgiyle bilinebileceğine
inanmaktır. Üçüncüsü de Allah gerçeği sırrına varmadır. Bunun da üç kuralı
vardır.
a) Bütün eylemleri yok sayarak yalnız
Allah ı düşünmek, bütün eylemlerde Allah dan başka bir
varlık olmadığına inanmak.
b) Bütün niteliklerin Allah dan geldiğini kavramak, Allah dışında bir niteliğin
bulunamayacağı kanısına ulaşmak.
c) Allah özünden başka bir öz
bulunmadığı sonucuna vararak kendi varlığının yokluk olduğunu bilmek.
Benim canım uyanıktır dost yüzüne bakan benem
Hem denize karışmağa ırmak olup akan benem
***
Ben hazrete tutum yüzüm ol aşk eri açtı gözüm
Gösterdi bana kendozum ayet-i kul denen benem
***
Şah didarın gördüm ayan hiç gumansuz
belli beyan
Kafir ola inanmayan ol didara bakan benem
***
Bu cümle canda oynayan damarlarımda kaynayan
Kulli dillerde söyleyen kulli
dili diyen benem
Yunus, evrenle kaynaşmıştır, her nereye baksa
orada Hak'kı müşahade eder.
Orada son derece dinamik, canlı, sürekli bir oluş vardır. O oluşa katılma,
Allah'ın tecellilerini bir başka gözle görmektir.Evrende
asıl olan aşktır, sevgidir. Aşkın kaynağı Allah katındadır ve oradan bir parça
aşk bütün evrenlere yayılmıştır.
Allah'ın oluşu idare eden sevgisi bütün varlık ve olaylarının en içine,
onu karakterize edecek şekilde yerleşmiştir. Varlıkların ve olayların gerçek
anlamına, oradan evrenin anlamına ve Allah gerçeğine ulaşmak için, her şeyin
özüne doğru gidilmelidir. "Fenâ mertebesi"ne
ulaşan mutasavvıf, ancak o mertebede kendisini Allah'ın halifesi gibi görüp
bütün oluşa, Allah'ın bu evren ve evrendeki varlıklara çizdiği boyutlar
içerisinde, ama bütün zaman ve mekânlarda, bütün varlık katmanlarında ve
hallerinde katılır. Nihayet , "sonun
başlangıçla birleştiği safha" ya geçilir.
"Beli" kavlin dedik evvelki demde
Henuz bir demdir, ol vakt
u bu saat
**
O Makam zaman ve mekanın olmadığı hiçlik
, yokluk makamıdır ki ,orada sadece Allah vardır.
Benden benliğim gitti hep mülkümü dost yuttu
La-mekana kavm
oldum mekanım yağma olsun
Anlaşılır ki bilinen tüm mekan ve zamanlar izafi ve zan imiş sadece tek bir
"An" varmış.
“Sadece Allah vardı başka hiçbir şey yoktu işte bu an da o andır” Hz Ali.
***